27 Haziran 2012 Çarşamba

ZENGİN AİLE

Küçük bir kız çocuğunun gözünden hayata bakmanın ne demek olduğunu unutmuştum nicedir.
Anne olmak, çalışmak derken durup düşünecek,tefekküre dalacak vakti ve sabrı kalmıyor insanın.
Ebeveyn olunca çocuğunuza her şeyin en iyisini layık görürsünüz.Bu çoğunluk için böyledir.(münferit durumlar mevzu bahis değil)
Her şeyin en doğalı yenmeli, uyku saati düzenli olmalı.Tabii yapamadıklarımız içinde ah vah edilmemeli.
Kendime göre oğlumun asgari ihtiyaçlarını karşılarken, başka çocukların bu kadarını bile bulamadığını,imkanı olsa da bazı ailelerin bazı konularda daha rahat olduklarını biliyorum tabii,ama yinede küçük Aslı'nin bilgiçliğin tavanı sayılabilecek açıklamaları beni hem güldürdü hem de düşündürdü.
Aslı oğlumun bakıcısının yeğeni. Ara sıra teyzesini görmeye gelince oğlumlada tanışmış oldu.
Doktor tavsiyesiyle, daha az tuzlu olduğundan ona labne peyniri yediriyordum.Vitamin içinde türlü meyveler ve sebzeler.
Beslenmesi, tam uyulamasa da  belli bir program dahilinde.Küçük kız bu manzarayı görünce teyzesine '' Teyze bunlar bu kadar şey alıyorlar da çocuğun tüm ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlar mıki?''
Kastettiğinin ne olduğunu soruyorum.Bakıcımız ''Yani çokta gerekli olmayan şeyleri çok alıpta temel ihtiyaçlarına para yetiştiremem gibi bir durum olur mu?'' demeye getiriyor.Yok yok onlar her şeyini alıyorlar, sen merak etme deyince, teyzesine o zaman zengin aile bunlar galiba diyor.Tabii bu doğru değil, ama onun gözünde bunu değiştiremez kimse.
7yaşında olup ta bir kaç saat içinde böyle bir tespit yapıp,böyle dile getirmesi hayrete şayan. 
Bir de bu cümleyi ona neyin nasıl söyelttiğini düşündüm tabii. 
Biraz safça, sorumluluk duygusu geliş(e)memiş bir babayla yaşadığı bütün olumsuzluklarına şahit olduğu bir anneye sahip bu küçük kız.
Hal böyleyken sanki evin reisi oymuşçasına ev işlerine, para yönetimine, babasının hal ve hareketlerine karışır olmuş. Bu basit bir bilmişlik değil bana göre.Hani olur ya bir iş vardır yapılması gereken, ama kimsenin oralı olmadığını farkedersiniz. Siz de üzerinize vazife olmasa bile yapmaya kalkarsınız. Buda o misal.Bakıcımızın gülerek anlattığı şu örnek gayet açıklayıcı
Bir gün evlerine misafir geliyor ve ikram olarak ayçiçeği koyuyorlar önlerine.Bizim kız bir süre sonra babasına etrafa kabuklar saçtığı için şöyle diyor ''Misafirler gitsin ben göstereceğim sana''
Böyle diyor çünkü babasının küçük bir çocuk gibi etrafa saçarak bir şeyler yemesi onu misafirlerine karşı küçük düşürecek. Böyle düşünüyor.Bunları dert ediyor bu yaşta
Bu durumu ailede kabullenmiş.Sabahları kalkınca okula gitmeyecekse ev işi yapıyormuş. Üstelik misafirliğe gittiği akrabalarında da her işe yardım ediyormuş.
Bu zamansız ve ağır sorumlulukların o farketmesede bir gün ona fazla gelebileceğini söylüyorum, gülüyor teyzesi.Ne yapsın, anne babanın durumu belli, diyor.


Çocuklarımız.
Akıllısıyla,haylazıyla
Özürlü ve üstün zekalısıyla bizim çocuklarımız.Onları dünyaya getirirken ne kadar büyük bir sorumluluğun altına giriyoruz aslında.
Bu ağır yükün ne kadar farkındayız . Biz yetişkin olarak çoğu zaman bir insanın sorumluluğunu taşıyamazken, bu küçücük kızın ailesinin her türlü sıkıntısını kendi üstüne almaya çalışması aslında komik değil trajikomik. 
Maalesef bu durumda olan çok çocuk var.
Bizimse elimizden hiç bir şey gelmiyor herzamanki gibi.

12 Haziran 2012 Salı

YILLAR SONRA

Yıllar bazen ağır ağır bazen de bir günmüşçesine çabuk geçer.Nasıl geçecek kalan ömrüm. Nasıl bitecek hikayem.Sen benden ben senden memnun kalacak mıyız yıllar  sonra. 
Yıllar sonra ben başka bir ben, sen başka bir sen olursan eğer ben ne yaparım o zaman.
Ellerim artık eski ellerim, yüzüm eski yüzüm olmadığında; aynada gördüğüm yüz gülebilecek mi yine bana?
Peki sen aynı mı bakacaksın gözlerimin içine? Sarılışın yine Şefkat dolu, sorgusuz sualsiz mi olacak?
Bana yine türküler söyleyecek misin zamana direnerek.O yıllar geldiğinde, şimdi bebeğim deyip bağrıma bastığım yabancı olduğunda ben tekrar çocuklaştığımda ve sen gitmişsen eğer kim kalacak bana? Korkulu bir rüya görünce yine, kimin kollarına sığınacağım ben?

Yalnızlık...Onu iyi tanırım.
Yıllar sonrada tanıyacağım şüphesiz, ama onu ağırlayacak gücü verecek misin bana ey Rab?
 

Hayallerim yarım kalmış, saçlarım ağarmış, hayat ölüme yaslanmışken ben neler düşünüyor olacağım.
Ardında bir enkaz bırakarak beni terk eden gençliğim bana şefaatçi olabilecek mi hesap günü geldiğinde?

Kabarıp dolan defterlerim güzellikler yerine çirkinliklerle kirletilmişse kim tutacak ellerimden korkmayayım diye?


Kim bilebilir yıllar sonra dünyada nasıl bir seda bırakacağını.Ben öldükten sonra kim bilecek beni?
Evladım mı !
Yavrum dediğim sen, yıllar sonra başını alıp nerelere gideceksin acaba? Gittiğin yerlerde  seni ana kucağı yerine hangi soğuk odalar saracak?
Bir gün sende dalıp geçmişe ' Orada bir yerlerde benim çocukluğum var' diyecek misin?


Sen, benim nefsim yıllar sonra hala yaşıyorsan şeytanın ve meleklerin fısıltılarını  yine taşıyacak mısın bana?


Gün yine aynı mı doğacak benim için. İnsanlar yine aynı telşla mı koşuşturacaklar oradan oraya?
Günler geçmez, Geceler daha bir katran olduğunda, ben yeniden çocuk olduğumda , kim karanlıkta ellerimden tutup diyecek:
'' Korkma küçüğüm korkma! Neredeyse sabah oluyor''

6 Haziran 2012 Çarşamba

AH BU REJİMLERİN GÖZÜ KÖR OLSUN










Sıradan insanlar hayatı boyunca kilolarıyla başı dertte olmuş ve hala da dertte olan insanları anlayamazlar.
Kim bu sıradan insanlar?
Tabii ki karakter olarak sıradan demek istemiyorum. Mevzu bahis olan sıradanlıktan kastım zayıf olanlar(ideal kiloda olanlar) yani yedikleri kilo yapmayanlar ya da canları-doğuştan gelen bir şans olarak tabii-pek bir şey istemeyen insanlar.
Söz konusu rejim olunca, kadınların pazertesi başlayıp salı günü biten veya bir ömür boyu süren rejimlerini alaya alıp, habire dönerleri kebapları mideye indiren erkeklerde bu güruha dahil edilebilir.Erkekler pek rejim yapmaz işin doğrusu(yaşlanınca yapılan zoraki perhizleri saymazsak). Yapanlarda bir haftada en az bir kaç kilo verirler. Bu konuda canlı örneğim var; eşim.
Biz rejimzedeler varız birde. Hep kilo verme yolları araştıran; türlü türlü meve, sebzeyi bitkiyi sevsin sevmesin yiyen, en sevdiği yemekleri aylarca tüketmedikten sonra hala istediği şeyi elde edemeyen rejimzedeler.
Gazetelerin bir sayfasında şunu yemeyin, bunu yemeyin; şöyle kalori yakın, böyle tepinin yazar. Öteki sayfada ev yapımı dondurma, su böreği, fıstıklı baklava tarifleri verilir.Kahve içme; çikolata, cips yeme; ekmek zaten en büyük düşman. Onları da geçtim; her şeyi yiyemediğim için tuzla katlanılabilir hale getiren ben tuz yasağıyla da karşılaşınca uzun süre isyan etmiştim.
Evet biz hafif toplular veya fazla kilolular diğerleri tarafından yadırganırız. İradesi zayıf olduğu için boğazını tutamayan, çok yiyen, hep hamur ve şeker tüketen midesinin kölesi zavallılar.Tama birazda doğrudur bu. Şöyle ki; insan iradesini her konuda olduğu gibi, doğru beslenme konusunda da gösterebilmelidir. Çok yemek her açıdan zararlıdır.İnce düşünmeyi engeller, bir takım duyguları köreltir, dinende caiz değildir v.s..Bunları herkes kabul eder. Zor olan her zamanki bunu yapabilmektir.
Televizyonda verilen diyet haftalık diyet listelerine sadece bir ay değil bir ömür boyu uymak zorundasınızdır, ama bunu herkes biliyor mu acaba? Uymazsanız 4-5 ayda verdiğiniz kiloyu, ekmek ve makarnayı tüketmeye başladığınız anda hızla geri alırsınız. Deli gibi spor yapsanız da nafile. İllaki sevdiğiniz tüm yiyeceklerden vazgeçeceksiniz. Ekmek yemeseydik hiç, belki daha kolay olurdu, fakat birde bu mevzu var. Biz kültür olarak 'Ekmek yemezsen doymazsın' düsturuna tabiyiz. Annelerimiz böyle büyüttü. O yüzdende bu rejim olayında 1-0 yenik başladık, diğer dünya ülkelerindeki hemcinslerimize göre. Onlarda ekmek bizdeki kadar, sofranın olmazsa olmazı değil (hatta bazı kültürlerde ekmek hiç yok). Börek nedir bilmezler pek.Mantı ya da(olsada yesek:)).Biz bir yaşa kadar yumurtayı ekmeksiz yiyemezken, bir zaman geliyor ve sana deniyorki: Bu kiloların müsebbibi un, tuz, şeker. Bunlardan uzak duracaksın (hatta mümkünse-Karataya göre ömür boyu- hiç yemeyeciksin).Karatay demişken bahsetmeden duramayacağım.
Bende seneler boyunca çeşitli şekillerde kilo verip daha sağlıklı bir yaşama geçmeye çalışmış kazandığım başarıların ömrüde en fazla 1-2 yıl olmuştu. Bu senede eşime zayıflamak istediğimi söyleyince, bir arkadaşında gördüğü Karatay Diyeti adlı kitabı getirdi.Yayın hakları söz konusu olduğundan ayrıntıya giremem, ama özeti şuydu: Patates,mısır, un, şeker(dolayısıyla bütün tatlılar ve çikolata) ömür boyunca asla yememeniz gereken şeyler. Tabii bilimsel olarak haklı. Peki uygulama. 
3 aydır öyle ya da böyle çabaladım. Tökezlediğim zamanlar oldu (ve bunun bedelide ağır oldu). Sonuçta 7 kilodan fazla kilo verdim, ama bie de bana sorun. Dışı seni içi beni yakar durumu söz konusu.İlk bir- bi buçuk ay istikrarlıydım.Sıfır ekmek,sıfır çikolata,tatlı, şeker ve her türlü abur-cubur; sıfır makarna ve pilav. Halada pirinç pilavı ve makarna yemedim. Amma ve lakin gelde ömür boyu çikolata, pizza, börek yeme. Hiç yapmazsan belki canın daha az çeker; ama misafire hazırla. İncecik olan misafirler istediğini yesin, istediğine burun kıvırsın(iştahsız ve de zayıflar ya), sen onları izle. Bu durumda sayın Karatay ne yapıyordur acaba samimi bir merak içerisindeyim, ama tahmin edilebileceği gibi ben fazla dayanamadım. Bu süreden sonra ufaktan başladı tatlı ve çikolata isyanlarım.
İsyan evet. Neden herkes istediğini yesin, ben her şeyden mahrum kalayım diye isyan ediyor insanın nefsi. Çünkü insanın bir nefsi vardır ve biz ne kadar kamufle etmeye çelışırsak çalışalım bu nefis hep çocuk kalır (maalesef). Neyse nefis konusu daha farklı konulara kayabilir, ben mevzuma geri döneyim.
Sonuçta çocuğumun yemesini ve içmesini istemediğim için cips ve koladan, sağlıklı yaşam için mümkün olduğunca (tümden bırakmak mümkün olmuyor işte) katkı maddeli gıdalardan, kilo için -şimdilik-ekmek ve makarnadan(ve de pirinç pilavından) vazgeçtim. gelgelelim benim sorunum şu.Ben kan kokarsa et, yine kokarsa tavuk(bu koku nedir diye sorarlarsa benim cevabımda net değil), sevemediğimden(sevmediğimden değil çok denedim) balık yiyemiyorum. Yesem de neredeyse yanmış olmasını tercih ediyorum. Yumurtayı ekmeksiz yemeyi denedim, ama sonuç yumurtadan da tamemen tiksinmemle sonuçlandı. Şimdi yumurta da yiyemiyorum. Geriye kaldı sebze ve yeşillikler. Onlarıda devamlı yiyebilmek için zeytin yağı tuz limon ve pul biberle tatlandırmazsam hiçbir tat alamıyorum ( Ne mızmızmışım ya hu).Bununda  sebebi bence
pazarda satılan sebzelerin köy sebzesini tatmış bir insan olarak beni sebze oldukları konusunda ikna edememiş olmaları. Beni derken damağımı kastettim.Örneğin bugün daha yeni alınmış bir salatalıktan kabak tadı aldım. Deyimi bile var kabak tadı vermenin.Bu durumda diyetime çiğ kabaklı diyet demeliyim, öyle değilmi?Benim sorunum yemeklerle de sınırlı değil. Birde bağırsaklarımın (dolayısıyla metabolizmamın) kaplumbağa hızında çalışıyor olma mevzusu var. İşin içinden çık çıkabilirsen.Tüm bunlara rağmen 3 ay dayanıp, zor bela bu kadar zayıflamış olmamda büyük bir başarı tabii, ama ne kadar süre zayıf kalacağım acaba?
Çok şükür aç değiliz ve bunlar nimete burun kıvırmak olarak algılanabilir. Yemende ya da Somalide bir çocuk olsaydım rejim derdim kalmazdı, bu da doğru. 
Öyleyken yine de fırının önünden geçerken ekmeği, marketin önünden geçerken cips ve bisküvileri, börek ve makarnayı özlüyorum. Sonunda dayanamayıp yiyebilme ihtimalim hala mevcut. Adımız yalancıya çıkmasın sonra. Sonuçta sanal alem bir okuyan falan vardır mazallah.İstediğim kiloya inince başta da belirttiğim gibi bu iş bitmiyor. O kiloda sebat etmek mühim olan.
Kim ne derse desin benim durumumda olan insanların işi zor. Her şeyi zevkle yiyememek, zevk aldığın her şeyinde yasak olması bazen çin işkencesi gibi.
Son bir itiraf: Bazen sinirden ağlayasım bile geldi bu illet rejimin elinden. Yedikleri kilo yapmayan, midesi küçük olan, metabolizması hızlı çalışan insanlara arada sırada gıcık oluyorum.
Son tahlilde; çok şükür elimiz ayağımız düzgün isteyipte alamadığımız yiyecek yok(tabii havyar alacak param olduğu anlaşılmasın bundan:)).
Bizimki şımarıklık belki, fakat rejim işi zor iş vesselam.

5 Haziran 2012 Salı

İPEKTEN DOKUNUŞ












İpektendi annemin bana sarılışı. Elleri çalışmaktan erkekleşmiş, sertleşmişti;ama bana dokunuşu ipektendi işte.
Bunu sağlayan neydi? Şefkat mi? Sonsuz özverisi mi? Sevgisi mi?
Annem kitap okumamış (kutsal kitaptan başka), doğru dürüst bir okula gitmemişti. Bu yüzden onunla Tolstoy'un Savaş ve Barışı üzerine kritik yapamadım hiçbir zaman.Zaten o ve babam ders kitapları dışındaki malumata pek kıymet vermezler ve (hatta bazen gizlice kitap okurdum) beni böyle uğraşlardan men ederlerdi.
Oysa  annem benim bilmiş tavırlarımdan -görünürde tatlı sert eleştirsede- gizli bir gurur duyardı.Buda bana yeterdi.Kadife gibi sarar insanı annesinin güveni.
Canım annem..
Annem beni okula bırakamadı hiç. Kahvaltımı genellikle ablalarımdan biri verir beni okula onlar hazırlardı. Ama saçlarımı kendisinin taradığı zamanlar benim için paha biçilmezdi.Saçlarımı örerken sadece bana özel(ve bu yüzden diğerlerinin bana sinir olduğu) bir tekerleme söylerdi. Türkçesi biraz garip ama hatırladığım kadarıyla şöyleydi:Gitsin suya,gelsin beline diye devam eden .Ve tabii ki o tarayınca daha az acırdı canım(ablamlar alınmasın:)) Saçıma dokunuşu ipektendi.
Annemle okul müsameresi için ya da diğer ihtiyaçlarım için alışverişe belki sadece bir kaç kez gitmişimdir, ama annem en güzel elbiseleri dikerdi bize.Küçüklüğümden hatırladığım nadir elbiselerimden birisi annemin bana 23 Nisan gösterim için diktiği mavi kumaştan beyaz dantelli elbiseydi.Kendisi uğraşmış, zetina markalı dikiş makinasıyla dikmişti. Bütün ilkokul hayatım boyunca giydiğim önlüklerde bittabi annemin el emeğiydi.
Annemle oyunlar oynamadık hiç. Bizimle saklambaç oynayacak, bize bebekler yapacak zamanı yoktu çünkü. Öyle görmemişti büyüklerinden.Kocaman kadın nasıl oynasındı çocuklarla.Zaten kendi çocukluğunda bile oyuna doyamamıştı muhtemelen.Buna rağmen çok ince bir espri anlayışı olduğunu ve ince bir zekaya sahip olduğunu düşünüyorum.Yeri geldiğinde bizi gülmekten yerlere yatırırdı. Yeri geldiğinde de özlü bir hikaye ile terbiye ederdi.
Ama beni çok sevdiğini bilirdim yine de.
Annem benimle oynamadı, beni parka götürüp matematik ödevimle uğraşamadı,doğum günü partileri düzenleyemedi,ama;
Kızının canı istemiş diye bir şehirden başka bir şehire olmadık yemekler göndermeye üşenmezdi. Biz biraz daha fazla yiyelim diye sofradan hep yarı aç kalktı..Onun da sevdiği meyveler olduğunu ben ancak lisedeyken(belki de üniversideyken) öğrenebilmiştim. Şefkati ipektendi.
 Her türlü ihtiyacımız için tarlada ve evde kendini paralardı (hala da paralar gerçi). Çok gururlı bir kadın olmasına rağmen bizim için herhengi birinden küçük iyilikler istemekten çekinmezdi. Ne bileyim bir alışveriş esnasında esnaftan indirim istemek gibi.Vazgeçmişliği bizim içindi.
Hayatını ikinci plana atan tüm çocuklarına yetebilmeyi başaran anne olmak pekte mümkün değildir. Zaten böyle bir şey bekliyorsak annelerimizden, aldanıyoruz demektir. Benim annemde çok zorlandı. Diğer kardeşlerimce (bazen benim de) eleştirildi bazen. Ne zaman anlarız annemizin o ipek dokunuşunun dünyalara bedel olduğunu. Ondan bir şekilde ayrı kalınca. Yılda sadece belli vakitlerde annemi görebilmek beni hep üzerdi, ama annenin evladını kısıtlı görmesinin acısını anne olunca anladım.
Hasret her iki taraf içinde zor, sıkıntılı.
Annesi uzakta olmayan birkaç km uzakta olan hatta yakın bir şehirde olan herkes annesini çok sık ziyaret etmeli. Bunun kıymetli bir şans olduğunu düşünüyorum.
Tıpkı bunun gibi  'Anne' yazısı da sadece anneler gününde değil böyle, esdikçe de yazılabilirmiş. Annemiz göremese de...