Yaşadığınız yeri değiştirmek demek sadece yaşadığınız yeri değiştirmek değildir.
Değişen; ayaklarınızın ezberlediği sokaklar, kestirme yollar, alışveriş yaptığınız mağazalar, marketler, en önemlisi de iş arkadaşlarınız,arkadaşlarınız ve komşularınızdır.
Veeee ilk kez taşınıyorsanız aileniz.
En zoru o ilk ayrılıktır.Evinizden de ayrılırsınız çünkü bu ilk ayrılışta. Artık eviniz ya bir yurt odasıdır ya da başka bir arkadaşla paylaşılan herhangi bir yerdir. Bavulunuza sığdırdığınız anıları demir bir dolaba boşaltmanız ve elbiselerinizi de o dolaba sığdırmanız istenir. Hiç tanımadığınız insanlarla aynı ortamı paylaşıp onlarla anlaşmaya çalışırsınız.Her biri farklı bir şehirden gelmiş başka başka kültürleri peşinden taşımış insanlarla aynı evde kalırsınız belki de. Hem renkli hem de zor bir süreçtir; dağınık ve tertipli, öfkeli ve tepkisiz insanların birbirini idare etmeyi öğrenmesi. Çalışmak ya da okumak için..
Bir yerden bir yere gitmek, taşınmak ya da sürüklenmek sebebi ne olursa olsun sancılı bir dönem. Faydaları olan, olgunlaştıran, büyüten bir süreç, ama sancılı bir süreç.
Hayat boyu hep yer değiştirenler var bir de. Onların durumu daha da vahim (misal ben). Bir yere alışmaya çalışmayız bile. Her yerde Eğreti dururuz. Yabancı. Örneğin bana bugün yeni taşındığım yerdeki müdürüm şöyle dedi: Bak bir sıkıntın olursa gel yanıma. İster sıkıntı için ister çay içmek için, ne zaman istersen gel yabancılık çekme. Müdür anlamış yabancılık çektiğimi ya da kendiside buraya gelene kadar yabancılık çekmenin ne demek olduğunu hissetmiş. Böyle bir cümleyi duyan kronik yabancılar (benim gibi) ufakta olsa bir teselli bulurlar ve minnet duyarlar, ama tabiiki de bu cümleyi kuran amirin,kankası olamayacaklarını da bilirler.
Her şehir yeni güzelliklerle beraber yeni sıkıntıları da beraberinde getirir. Yeni girilen ortamda, zaten sıkılan eskiler için kısa süreli bir heyacan sebebi oluruz. Nerelisin, nereden geliyorsun, evli misin, çocuğun var mı vs.?
Herkese ayrı ayrı cevap veririz sıkılmadan. Çünkü ümitsizce bizide aralarına almalarını, şakalarını anlayabilmeyi, mümkünse arada sırada dertleşebilmeyi isteriz.
İnsan sosyal bir varlık ve sorumluluklarından arta kalan bir iki saatlik boş zamanı kitap okuyarak geçirmek çok zevkli olsada ilerleyen yaşla beraber artık yetmez olur. İnsan insan ile insan evet, ama bu insanın eş çocuk dışında iyi anlaşılan bir abla, komşu o da yoksa iyiniyetli bir iş arkadaşı olması lazım. İşte tam bu noktada modern zaman gezginlerinin sıkıntısı baş gösteriyor.
İş arkadaşların alenen geçici olduğun için seni sevseler de seninle çok sıkı fıkı olmak istemediklerini söylerler.Zaten çekememezlik, çok çalıştım az çalıştın gibi durumlar iş arkadaşlığı muhabbetini baltalar.Bir de geçiciysen hepten yuttun hapı demektir.
Komşularla da durum farklı değildir çünkü çalışıyorsan komşu muhabbeti de kuramazsın.
Şehrin sokaklarında kaybolman, ne idüğü belirsiz yol tariflerini anlayamaman da cabası. Ne nereden, nasıl bulunur? Bu da ayrı bir sorun. Şehrin ya da ilçenin kodlarını çözersin çözmesine, ama göç vakti gelmiştir yine.
Ayrılık zamanı gelince beylik teselli cümlesi hazırdır:
'' Boşver sende bir sürü şehir göreceksin bol bol gezeceksin işte. Ne güzel bak, şanslısın hatta''
Tabii gezmekle göçmek arasındaki koca uçurumu saymazsak şanslıyım, hatta çok şanslıyım.
Belki bir gezi rehberi ya da dergisi çıkarırım. Herkesde okur.Al sana şans. Göçenlere hayırlı göçler vesselam.
14 Kasım 2012 Çarşamba
13 Kasım 2012 Salı
Nar Ağacı
Okuduğum ilk romanı İsimle Ateş Arasında'ydı.
Nazan BEKİROĞLU bir şekilde en merak ettiğim yazarlar arasına kendini de kattı.Ne zaman yazar, ben bir daha ne zaman fırsat bulup okurum o yazılanları diye merak ettiğim yazarlar vardır benim. Okudukça okuma isteğimi arttıran, gönlümü ellerinin içine almışcasına yazan.
Nazan BEKİROĞLU' da bunlardan biri. Nar ağacı kitabında dikkat çeken ilk nokta anneannesi ve dedesinin tanışma hikayesi üzerinden balkan savaşı dönemini anlatması. Savaşın sadece Rumeli Türklerini değil anadoludaki halkı da etkilediğini, bir sürü insanın muhacirlik denen gurbet yolculuğunu nasıl yaşadığını, kaneviçe işler gibi bir iğneyle ruhuma işledi.
Roman Tarih fonunda aşkı anlatıyor görünsede aşk tarihin fonu oluyor çoğu zaman. Ateşe tapan İranlılarla ilgili bilmediğim çok ilginç ayrıntılar öğrendim.
En önemliside tiryakisi olduğum çayın bir tılsım, bir iksir gibi okurken bile insanı kendine getiren anlatılışıydı.Çayın İranda Azerbaycanda demlenme halini o kadar merak ettim ki zamanda yolculuk yapıp o dönemdeki bir çayhaneye gidip 'Bir çay içp kalkacağım ben' diyesim geldi, ama tabii ki bu mümkün değildi. Neyse roman o yolculuğu okuyanlara yaptırıp içmiş gibi olmanızı sağlıyor ya yinede yaseminli karafinli sularla porselen demliklerde demlenen çayları merak etmeden edemedim.
Hemen evdeki karanfil tanelerinden iki üç tanesini suyuna kattığım bir çay demledim. Farklı tatlara açık olanlar için bir çay tarifi şöleni de sunuyor kitap en nihayetinde.
Son olarak Tebriz, Taht-ı Süleyman, Batum, Bakü şehirlerini yine tarihi fonuyla beraber anlattığı için keşke imkanım olsada oraları bende görebilsem, dedim.
Nazan BEKİROĞLU bir seyyahtan daha güzel anlattığı için şiddetli bir görme ve yaşananlara ortak olma arzusu doldu içime.
Veee tabi ki aşk. Aşkın yıkıcı halini yaşayan kahramanlarımız yanıpta kül olduktan sonra aşkın serin bir su olan haliyle soğuyorlar. Çok ayrıntı yazamasamda roman kahramanlarının gerçek kişiler olduğunu söyleyebilirim. Bu da, bu kadar da olmaz gibi söylemlerin önüne geçiyor.
Nazan BEKİROĞLU sen yaz biz okuyalım diyorum başka da bir şey diyemiyorum.
Nazan BEKİROĞLU bir şekilde en merak ettiğim yazarlar arasına kendini de kattı.Ne zaman yazar, ben bir daha ne zaman fırsat bulup okurum o yazılanları diye merak ettiğim yazarlar vardır benim. Okudukça okuma isteğimi arttıran, gönlümü ellerinin içine almışcasına yazan.
Nazan BEKİROĞLU' da bunlardan biri. Nar ağacı kitabında dikkat çeken ilk nokta anneannesi ve dedesinin tanışma hikayesi üzerinden balkan savaşı dönemini anlatması. Savaşın sadece Rumeli Türklerini değil anadoludaki halkı da etkilediğini, bir sürü insanın muhacirlik denen gurbet yolculuğunu nasıl yaşadığını, kaneviçe işler gibi bir iğneyle ruhuma işledi.
Roman Tarih fonunda aşkı anlatıyor görünsede aşk tarihin fonu oluyor çoğu zaman. Ateşe tapan İranlılarla ilgili bilmediğim çok ilginç ayrıntılar öğrendim.
En önemliside tiryakisi olduğum çayın bir tılsım, bir iksir gibi okurken bile insanı kendine getiren anlatılışıydı.Çayın İranda Azerbaycanda demlenme halini o kadar merak ettim ki zamanda yolculuk yapıp o dönemdeki bir çayhaneye gidip 'Bir çay içp kalkacağım ben' diyesim geldi, ama tabii ki bu mümkün değildi. Neyse roman o yolculuğu okuyanlara yaptırıp içmiş gibi olmanızı sağlıyor ya yinede yaseminli karafinli sularla porselen demliklerde demlenen çayları merak etmeden edemedim.
Hemen evdeki karanfil tanelerinden iki üç tanesini suyuna kattığım bir çay demledim. Farklı tatlara açık olanlar için bir çay tarifi şöleni de sunuyor kitap en nihayetinde.
Son olarak Tebriz, Taht-ı Süleyman, Batum, Bakü şehirlerini yine tarihi fonuyla beraber anlattığı için keşke imkanım olsada oraları bende görebilsem, dedim.
Nazan BEKİROĞLU bir seyyahtan daha güzel anlattığı için şiddetli bir görme ve yaşananlara ortak olma arzusu doldu içime.
Veee tabi ki aşk. Aşkın yıkıcı halini yaşayan kahramanlarımız yanıpta kül olduktan sonra aşkın serin bir su olan haliyle soğuyorlar. Çok ayrıntı yazamasamda roman kahramanlarının gerçek kişiler olduğunu söyleyebilirim. Bu da, bu kadar da olmaz gibi söylemlerin önüne geçiyor.
Nazan BEKİROĞLU sen yaz biz okuyalım diyorum başka da bir şey diyemiyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)