11 Eylül 2012 Salı

RÜZGARLI BAYIRIN İNTİKAMI

Dünya klasiklerini hep sevdim. Sebebi belki duyguların daha yoğun ve safça yaşanması belki de yazarların genellikle sadık kaldıkları güçlü ahlak anlayaşı. Bilmiyorum. Bildiğim Emily BRONTE' nin Uğultulu Tepeler (diğer adıyla Rüzgarlı Bayır) adlı eserini çok geç okumuş olmam.

Eser sanki sadece iki ailenin yaşadığı bir dünya varmış algısı yaratıyor insanda. Earnshawlar ve Lintonlardan oluşan bu dünyada Heathcliff ayrık otu gibi kalmış, ama sancılı, gücünü öfkeden alan tukulu ve en iyi tanımıyla huzura erememiş bir aşkın kötü kahramanı olmuştur.

Huzura kavuşamayan aşkının peşinden geriye kalan herkese acı dolu bir hayat yaşatan kahramanımız intikamını suçu bulunmayan masum gençlerden bile acımasızca almaya kalkmıştır. Yazar yarattığı atmosferi öylesine daraltmışki, sanki Heathcliffle işbirliği yapmış. Bende böyle bir his uyandırdı en azından.Olayın geçtiği iki çiftlik en yakın köye oldukça uzak kalıyor. Kötü mü, haklı mı olduğuna her okuyanın kendisinin karar vermesi gereken kahraman bu el değmemiş gibi duran yörede istediği gibi at koşturuyor.Üstelik yazar öyle anlatıyorki Heathcliffin yaptıklarını, cümlelerin arasına saklanmış bir suç ortaklığı bile seziliyor. Yer yer ise tamemen tarafsızlık hissi veriyor. Diğer kötülük yapanlardan farklı olarak ne kederli bir vicdan azabıyla kıvranarak ölüyor, ne de son anına kadar kötülükte ısrar eden bir tutum takılıyor. Bir noktadan sonra vazgeçiyor ve onu tatmin etmeyen intikamını, yarım bıraktığını iddia ederek kalan sağları kendi haline bırakıyor.Pişmanlık yok hatta yaptıklarının suç olduğunu kabul etmede yok. Her yerde gördüğünü söylediği sevgilisinin varlığından başka varlıkların doğal olarak fazlalık olduğunu düşünen tuhaf bir klasik roman kahramanına dönüşüyor Heathcliff. Bu noktada da çağdaşlarından ayrılıyor Bronte.Aykırı roman kahramanlarının ilkidir belki de Heathcliff kim bilir.
Rüzgarın ve doğanın diğer güzellikleri tasvir edilirken oraları gidip göresi geliyor insanın.

Bana enteresan gelen şey ise Bronte'nin de tıpkı roman kahramanları gibi erken yaşta, kardeşinin cenazesinde kapıldığı soğuk algınlığı yüzünden ölmesi oldu.Sanki öleceğini biliyormuş ta kahramanlarına (kendi hayatında da böyle olmasını umuyordu belkide) acıyı, hüznü acaleyle yaşatıp,onları aceleyle toprağa gömüyormuş gibi bir hisse kapılıyor insan. Romandaki tipler de zaten hep öleceklerinin belirtisini açıkça gösterip bunu dile getiriyorlar.Tabii bu hisse kapılmamın sebebi yazarının bu, tek eserinden başka yapıt bırakamadan dünyadan göç ettiğini biliyor olmam da olabilir. Ölümünden sadece bir yıl önce yayınlanan bu eser onun ölümle önceden randevulaştığını, bunu daha Mis Patchett'in Kızlar Akademisinde (Miss Patchett's Ladies Academy) okurken hissettiğini her satırında ilan ediyor.

İnsan düşünmeden edemiyor. Tek eserle ismini diğer büyük roman yazarlarının arasına katan - hem de o yıllarda- Bronte ortalama bir ömür sürseydi nasıl eserler verirdi.

Hayat böyle işte kimisi 80- 90 yıl yaşarda geride bir tane bile işe yarar anı bırakamazken kimileri de 30 yıl yaşar, ama yazdığı eser 164 yıl sonra bile okunur.

Klasikler yıllar sonra bile okunuyor. En azından ben böyle düşünüyorum.
                                                                                                              

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder