19 Eylül 2012 Çarşamba

Bir Yangın Böler Geceyi

Bir kor düşer annenin yüreğine gecenin bir yarısı.
Sebebini bilmez, ama evladının  başına istemediği bir şey geldiğini anlar. İstemediği ve onu üzecek bir şeyler.
 Yanı başında birileri varsa da onlara içini dökmeye korkar. Sanki birilerine söylerse korkusu gerçeğe dönüşecekmiş gibi.
Telefona bakar. Allahım ne olur çalmasın şimdi, diye dua eder.
Bir yandan da telefona sımsıkı sarılıp hemen evladının sesini duymak ister.
''Bir şey yok anne ben iyiyim.''
Evin içinde dolaşmaya başlar derken sıkıntılı anne. Ne yapsa olmaz. Gevşemez boynunu sıkan cendere. Ruhu girdaplara kapılan bir yaprak gibi kötü düşüncelerin etrafında daireler çizer. Hızlı ve baş döndürücü...
Derken bir ses böler düşüncesini. Telefon deminki duaları boşa çıkarırcasına çalmaya başlar. Çalar telefon. Çünkü bazı dualar için artık çok geç kalınmıştır. Bazı haberlerin ne anlama geldiğini bilseydi, telefonda kilitlenir, çalmak istemezdi acı acı...
Elleri titreyerek kaldırır anne telefonu. Birileri tatlı seslerle nasıl olduğunu sorar. Bir an dalar anne. Beklediği gibi bir şey olmamıştır galiba. Telefondaki yakını birazdan orada olacaklarını söyler. Derken farkeder anne. Saat gecenin bilmem kaçı...
Hemen televizyonu açar. Ne yaptığının kendisi de karkında değildir, ama gecenin bu saatinde yakınlarının eve akın etmesinin sebebinin evladının başına kötü bir şey geldiğinin kanıtı olduğunu beyni otomatik olarak algılar.
Yine otomatik olarak karıştırır kanalları.
''Ülkenin güneydoğusunda 8, 10, 27,35....ŞEHİT''
Anne anlamak istemez.Benim evladım değildir der. Ne olur benim oğlum olmasın Allahım diye ağlamaya başlar hafif hafif.Sonrası....
Sonrası kimi anne için sesli kimi anne için sessiz çığlıklar...
Mahalleye donatılan bayraklar...Eve dolan üst düzey yetkililer.
Herkes şaşkın. Anne ve baba kahırlı. Artık kime lanet etseler, kime kızsalar boş.
Bunu bilirde akıl, yine de delirmemek için çırpınır. Delirmemek ve onu, evladını unutmamak için.
Kullandığı son parfümün, diş macununun yarım kalmış şişesi şimdi, bir zamanlar gümüşlük olan camlı dolabın raflarını süsüleyecek.Başka bir süse ihtiyacı kalmadı artık annenin.
 Kullandığı son jilet, kirli çamaşırları  en kutsal emanet alınır gibi teslim alınacak komutanından.
Evin salonunu süsleyen şeyler değişecek, şehidin fotoğraflarından başka resim görülemeyecek çerçevelerde.
Biz görmeyeceğiz neler yaşadığını annenin. Her gün mezarlığa taşınıp, gece rüyalarında oğlunu görmek için nasıl dua ettiğini görmeyeceğiz.
Abartı zannedilecek yazdıklarım. Yaşamayan bilmeyecek, görmeyen inanmayacak.
Ben gördüm. Bayramlarda oğlunun asker arkadaşlarını, sanki oğlu gelecekmiş gibi bekleyen, gelmeyen olursa acısı katlanan bir ana gördüm.Onların çocuklarını doğmayacak torunları yerine koyan, eşlerini gelini gibi bağrına basan. Evlenen her arkadaşa elinde altını ile gidip, kendi oğlunun olamayacak düğününü düşleyen bir ana.Ben böyle bir ana gördüm.
O acı bitmiyor. Bitemiyor.
Her gün hayatı mezarla ev arsında gidip gelen, çocuğunu bu şekilde kaybettiği için yarası kapanmayan anneler ve babalar var.
Nedendir bilmiyorum, ama teröre kurban verilince evlatlar sanki daha bir başka oluyor acısı.


Belkide bana öyle geliyordur, ama şehit annelerinin acısı bir başka oluyor galiba. Bunun sebebi bana göre, oğullarının ölmesi değil öldürülmesi. Trafik kazasında ya da hastalık sebebiyle ölürse kabullenmesi daha kolay oluyordur belki de.
Öylede böyle de ölümümüzün saati günü bellidir, ama ölme şeklimiz geride kalan sevdiklerimizin acısının rengini değiştiriyor. Bu bir gerçek.
Şehit anneleride birden bire ve haksız yere gelen böyle bir ölümü kabullenemiyorlar. Çünkü acıya öfke de eşlik ediyor ve yarayı taze tutuyor.
O yüzdendir ki bu terör denen illetin bitmesini bütün anneler istiyor.
Bitmedikçede sessiz çığlıkları bir yangın gibi bölecek vicdansız uykuları.

Yasal uyarı: Bu sitedeki hiç bir malzeme değiştirilemez, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, yeniden yayımlanamaz.

11 Eylül 2012 Salı

RÜZGARLI BAYIRIN İNTİKAMI

Dünya klasiklerini hep sevdim. Sebebi belki duyguların daha yoğun ve safça yaşanması belki de yazarların genellikle sadık kaldıkları güçlü ahlak anlayaşı. Bilmiyorum. Bildiğim Emily BRONTE' nin Uğultulu Tepeler (diğer adıyla Rüzgarlı Bayır) adlı eserini çok geç okumuş olmam.

Eser sanki sadece iki ailenin yaşadığı bir dünya varmış algısı yaratıyor insanda. Earnshawlar ve Lintonlardan oluşan bu dünyada Heathcliff ayrık otu gibi kalmış, ama sancılı, gücünü öfkeden alan tukulu ve en iyi tanımıyla huzura erememiş bir aşkın kötü kahramanı olmuştur.

Huzura kavuşamayan aşkının peşinden geriye kalan herkese acı dolu bir hayat yaşatan kahramanımız intikamını suçu bulunmayan masum gençlerden bile acımasızca almaya kalkmıştır. Yazar yarattığı atmosferi öylesine daraltmışki, sanki Heathcliffle işbirliği yapmış. Bende böyle bir his uyandırdı en azından.Olayın geçtiği iki çiftlik en yakın köye oldukça uzak kalıyor. Kötü mü, haklı mı olduğuna her okuyanın kendisinin karar vermesi gereken kahraman bu el değmemiş gibi duran yörede istediği gibi at koşturuyor.Üstelik yazar öyle anlatıyorki Heathcliffin yaptıklarını, cümlelerin arasına saklanmış bir suç ortaklığı bile seziliyor. Yer yer ise tamemen tarafsızlık hissi veriyor. Diğer kötülük yapanlardan farklı olarak ne kederli bir vicdan azabıyla kıvranarak ölüyor, ne de son anına kadar kötülükte ısrar eden bir tutum takılıyor. Bir noktadan sonra vazgeçiyor ve onu tatmin etmeyen intikamını, yarım bıraktığını iddia ederek kalan sağları kendi haline bırakıyor.Pişmanlık yok hatta yaptıklarının suç olduğunu kabul etmede yok. Her yerde gördüğünü söylediği sevgilisinin varlığından başka varlıkların doğal olarak fazlalık olduğunu düşünen tuhaf bir klasik roman kahramanına dönüşüyor Heathcliff. Bu noktada da çağdaşlarından ayrılıyor Bronte.Aykırı roman kahramanlarının ilkidir belki de Heathcliff kim bilir.
Rüzgarın ve doğanın diğer güzellikleri tasvir edilirken oraları gidip göresi geliyor insanın.

Bana enteresan gelen şey ise Bronte'nin de tıpkı roman kahramanları gibi erken yaşta, kardeşinin cenazesinde kapıldığı soğuk algınlığı yüzünden ölmesi oldu.Sanki öleceğini biliyormuş ta kahramanlarına (kendi hayatında da böyle olmasını umuyordu belkide) acıyı, hüznü acaleyle yaşatıp,onları aceleyle toprağa gömüyormuş gibi bir hisse kapılıyor insan. Romandaki tipler de zaten hep öleceklerinin belirtisini açıkça gösterip bunu dile getiriyorlar.Tabii bu hisse kapılmamın sebebi yazarının bu, tek eserinden başka yapıt bırakamadan dünyadan göç ettiğini biliyor olmam da olabilir. Ölümünden sadece bir yıl önce yayınlanan bu eser onun ölümle önceden randevulaştığını, bunu daha Mis Patchett'in Kızlar Akademisinde (Miss Patchett's Ladies Academy) okurken hissettiğini her satırında ilan ediyor.

İnsan düşünmeden edemiyor. Tek eserle ismini diğer büyük roman yazarlarının arasına katan - hem de o yıllarda- Bronte ortalama bir ömür sürseydi nasıl eserler verirdi.

Hayat böyle işte kimisi 80- 90 yıl yaşarda geride bir tane bile işe yarar anı bırakamazken kimileri de 30 yıl yaşar, ama yazdığı eser 164 yıl sonra bile okunur.

Klasikler yıllar sonra bile okunuyor. En azından ben böyle düşünüyorum.